Cuma , 19 Nisan 2024

“BORÇLULUKTA DURUMUMUZ 2001 KRİZİNDEN BİLE DAHA KÖTÜ”

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü, Tekirdağ Milletvekili Faik Öztrak, 21 Eylül 2020 tarihinde İzmir’den canlı bağlantıyla MYK gündemine dair düzenlediği basın toplantısında şunları söyledi: “Sağlıktan daha büyük bir zenginlik yok… Covid-19 salgını hepimize bu gerçeği bir kez daha gösterdi. Bugüne kadar 100 binlerce yurttaşımız salgına yakalandı. Bunlardan biri de benim. Çok şükür hastalığı atlattım. Ve bugün sizlerin karşısında olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Hastalığımda başta ailem olmak üzere, pek çok kişinin yardım ve desteğini gördüm. Hepsine müteşekkirim. En büyük teşekkürüm hekimlerimize ve sağlık çalışanlarımıza… Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin Koca’ya, İzmir İl Sağlık Müdürümüz Sayın Burak Öztop ve çalışkan personeline, İzmir Çeşme Alper Çizgenakat Devlet Hastanesi Başhekimi Sayın Orhan Güngör ve hastanenin tüm fedakâr çalışanlarına teşekkür borçluyum. Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sayın Esin Davutoğlu Şenol hocamıza da gösterdikleri yakın ilgi ve alaka nedeniyle ayrıca teşekkür ediyorum. Bir teşekkür de hastalığın ilk gününden itibaren destek ve ilgisini eksik etmeyen Çeşme Belediye Başkanımız Sayın Ekrem Oran’a… 

Hastalığın ilk anından itibaren iyi dileklerini paylaşan tüm siyasi parti liderlerine, temsilcilerine; sözcülerine, milletvekillerimize, cumhurbaşkanlığı kabinesi üyelerine, nezaketleri için çok teşekkür ederim. Hastalığımda iyi dilekleriyle bana destek ve moral veren çok sayıda yurttaşımız oldu. Başta Genel Başkanımız olmak üzere Cumhuriyet Halk Partisi örgütünün yakın desteğini hep arkamda buldum. Hem yurttaşlarımıza hem de parti örgütümüze çok büyük teşekkür borçluyum. Sağ olsunlar, var olsunlar. Ben yüce Allah’tan tüm hastalarımıza şifa, hekimlerimize, sağlık çalışanlarımıza ise güç kuvvet diliyorum. 

Bu salgınla topyekûn mücadele şart… Mücadelede hem devlete hem de yurttaşlarımıza büyük görevler düşüyor. Salgın ülkemizde ve dünyada yeniden hız kazandı. Sonbahar ve kış aylarında çok daha kötü tablolarla karşılaşmamak için tedbirleri şimdiden artırmak gerekiyor. Milletimiz önlemleri sıkılaştırırken, devlet de tüm imkânlarıyla milletimizin yanında olmalı. Elde bir eylem planı olmalı. Bunu tüm sorumlular ve halk şeffaf bir biçimde izleyebilmeli. Veriler bu kapsam ve yoğunlukta herkese açık olmalı. Herkes hata veya doğruların ülkeyi nereye götüreceğini bilmeli. Kimlerin hata yaptığını, kimlerin yapmadığını görmeli. Hasta sayılarından, yatak doluluk oranlarına, okulların nasıl açılacağından, eğitimin nasıl devam edeceğine kadar her konuda milletimizin kafasında oluşan sorular, şüpheler mutlaka giderilmelidir.

Bir nesli kaybetme riskiyle karşı karşıyayız. Sayın Genel Başkanımız geçtiğimiz günlerde iyi niyetli bir çağrı yaptı. “Bir neslin kaybedilmemesi için” atılması gereken adımları sıraladı. Ar etmeyin. Söylenenlerin gereğini yapın. Bugün anaokulları ve birinci sınıflar için okul zili çalıyor. Her şeye rağmen tüm öğrencilerimize, öğretmenlerimize, velilerimize; sağlıkla, başarıyla dolu yeni bir eğitim öğretim yılı diliyoruz.  

Salgının yönetiminde bir güven zaafı olduğu, bunun da giderek arttığı çok açık. Bu güveni yeniden kazanmanın yolu, şeffaflıktan ve doğruları paylaşmaktan geçiyor. Salgınla ilgili açıklanan verilerin bir kısmı artık açıklanmazken, verilerde matematikle açıklamakta güçlük çektiğimiz bazı hususlar da dikkati çekiyor. Yoğun bakım ve entübe hastaların sayıları nedense artık açıklanmıyor. Eylül’ün ilk günlerinde Sayın Bakan, “yoğun bakım doluluk oranımız yüzde 68” demişti. O günlerde ağır hasta sayımız ise bin 076 idi. Bugün ağır hasta sayımız bin 456. Ve Sağlık Bakanı “doluluk oranımız yüzde 66” diyor. Çok kısa sürede ağır hasta sayısı yüzde 35 artarken, yoğun bakım doluluk oranımız nasıl düşüyor? 

Yine bu yüzde 66 doluluk oranı, sadece yetişkin yoğun bakım yatak sayılarını mı kapsıyor? Yoksa yeni doğan yoğun bakım yatak sayıları da bu hesaba dâhil mi? Türkiye’de yoğun bakım yatak sayılarının yaklaşık üçte biri yeni doğan bebekler için. Salgınla mücadelede, yeni doğan yoğun bakım odaları kullanılamayacağına göre, mevcut doluluk oranlarıyla kış aylarında ne yapacağız? Bu ve buna benzer soruların açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Tavsiyemiz yeni bir veri akış stratejisi oluşturulmasıdır. Bu verilerin bilimsel çalışmalara ve kamuoyu denetimine açık olmasıdır. 

Salgınla mücadelede ciddiyeti artırmamız gerektiği çok açık. Ama bakıyoruz, ülkeyi yöneten saray koalisyonu bu ciddiyetten çok uzak. Saray koalisyonun başı, salgın nedeniyle sadece halkı suçlarken, Sarayın bekçisi de almış eline ipi, “asalım da asalım” diye, Türk Tabipleri Birliği’ni linç etmeye uğraşıyor. Tüm dünya salgınla mücadele ediyor. Bunlar ise salgınla mücadele eden doktorlarımızla mücadele ediyor. Bu nasıl bir akıldır? Bu nasıl bir mantıktır?  

Oysa salgınla mücadelenin ön saflarında çarpışan doktorlarımızın ve sağlık çalışanlarımızın morale ihtiyacı var. Biz salgının hemen başında, “tüm sağlık çalışanlarımız için moral ikramiyesi verilsin” dedik. Hükümet ikramiye vermedi. Çalışanlar arasında ayrımcılık yapan bir “ek ödeme” verdi. Sağlık çalışanları arasındaki bu ayrımcılık şimdi iş huzurunu bozuyor. Unutulmasın sağlık işi bir ekip işidir. Ekibin huzuru bozulursa, bizim de sağlığımız bozulur. Bakanlık, sağlık çalışanlarımızın seslerine kulak vermelidir. Çalışanlar arasında yapılan ayrımcılık ve adaletsizlikler bir an evvel giderilmelidir. 

Kendini her türlü kusurdan münezzeh ve sorumsuz gören bir kadro tarafından yönetiliyoruz. Ülkede salgın pik yapar, suçlu halk olur. Hastaneler dolar, doktorlar suçlu olur. Enflasyon patlar, suçlu faiz olur. Avro 9 liraya, Dolar 7 lira 60 kuruşun üstüne çıkar, bu seferde dış güçler suçlu olur. Eğitim batar, öğrencilerimiz suçlu olur. Madencilerimiz ölür, işin fıtratı suçlu olur. Devletin kozmik odasını açtıkları ortakları, yol arkadaşları darbeye yeltenir, CHP suçlu olur. Yunanistan Ege adalarını silahlandırır, Lozan suçlu olur. Okullar açılacak mı açılmayacak mı derken, sorumluluk velilerin olur. Ama ülkeyi 18 yıldır yönetenlerin hiçbir konuda ne suçu ne de sorumluluğu yoktur. Ne güzel ülke yönetmek… Yetkileri çok ama hiç sorumlulukları yok.  

Şu salgın döneminde bile yurttaşlarına bedava beş maske gönderemeyip, IBAN numarası gönderen dünyada tek hükümet olarak tarihe geçtiler. Bildikleri tek şey var: O da milletten para toplamak. Kendilerinden önceki 57 hükümet, 79 yılda, 714 milyar dolar kullandı. Bu 714 milyar dolarla bir ülke inşa ettiler. Şeker fabrikalarını, Petkim’leri, Tüpraş’ları, Telekom’ları kurdular. Barajlar, köprüler, demiryolları, otoyollar yaptılar. Osmanlı’nın dış borçlarını ödediler. İkinci Dünya Savaşı’na göğüs gerdiler. Kore Savaşı’nı ve Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yaptılar.

 Bunlar ise 18 yıllık iktidarlarında; 2 trilyon 433 milyar dolar kaynak kullandılar. Yani 79 yılda kullanılan kaynağın neredeyse 3,5 katını 18 yılda kullandılar. 18 yılda atadan, dededen kalan ne varsa satıp savdılar. Kalan son gümüşleri de Fon’a devredip, kayınpeder, damat beraberce üstüne çöktüler. Bunlar yetmezmiş gibi “beşli müteahhit çetesine” ülkemizin geleceğini ipotek ettiler. Millete salgın günü veremedikleri desteği, bu beşli çeteye tıkır tıkır verdiler. Geçilmeyen köprüler, yatılmayan hastaneler için çocuklarımız, torunlarımız on milyarlarca dolarlık yükün altına sokuldu. Ülkemizin sadece geçmişini yemediler, geleceğini de ipotek ettiler.

Merkez Bankası’nın kasasında “hini hacette” kullanılacak ihtiyat akçesi bile bırakmadılar. Şimdi hem ülkemiz, hem milletimiz çok daha borçlu. Ve elimizde borçları çevirecek kadar döviz rezervi de kalmadı. Önümüzdeki bir yılda vadesi gelen dış borcumuz 176 milyar dolar. Altın dahil brüt döviz rezervlerimiz ise 90 milyar dolar. Brüt döviz rezervlerimiz, bir yıl içinde vadesi gelecek dış borcun ancak yarısını karşılıyor. Net döviz rezervlerimiz ise zaten eksi bakiyede. Merkez Bankası’nın döviz varlıkları, döviz borçlarına göre 27 milyar dolar açık veriyor. Yani borcu da borçla çevirir hale gelmişiz.

Bunlar iktidara geldiğinde; ülkemizin her 100 dolarlık geliri karşılığında, 7 dolar kısa vadeli dış borç vardı. Şimdi; her 100 dolarlık gelire karşılık, 17 dolarlık kısa vadeli dış borcumuz var. Borçlulukta durumumuz 2001 krizinden bile daha kötü. 

Yıllarca uyardık. “Borç alan emir alır” dedik ama bir türlü dinletemedik. Bugün ABD Başkanı Trump haddini aşıp, bu ülkenin cumhurbaşkanlığı makamında oturan Erdoğan’a, “aptal olma” diye hakaret edebiliyorsa, Erdoğan, “Bu can bu tende durduğu müddetçe papazı göndermem” dedikten sonra aynı rahibi, 24 saatte Oval Ofis’e teslim ediyorsa, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, bozuk bir Türkçeyle tweet atıp, “artık mesajı aldılar” diyerek, istihzalı ergen tavırlar sergileyebiliyorsa, sebepleri işte bunlarda aranmalıdır.

Maalesef ülkemiz ve ekonomimiz, rüzgârın önündeki bir yaprak gibi oradan oraya savruluyor. İçsel dayanıklılığı hızla tahrip oluyor. Ucube rejim ülkemizin en önemli kırılganlığı haline geldi. Dünden bugüne milletimiz gün yüzü görmedi. Ucube rejim iş başı yaptığından bu yana iş, güç sahibi 2 milyon 744 bin yurttaşımız işini kaybetti. İşsizlerimizin sayısı 11 milyona dayandı. Bizim de üyesi olduğumuz Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı, bu yıl Türkiye ekonomisinin yüzde 2,9 daralacağını tahmin etti. Hem kayınpeder, hem de sosyete damat buna sevindi. OECD’nin bu tahminini de koyunca, son üç yılın ortalama büyüme hızı aslında kaç yapar? Sıfır yapar. Yani bu ucube rejim iş başı yaptığından bu yana, ekonomimiz büyümeyi unutmuş. Dolar cinsinden milli gelirimiz ise 116 milyar dolar eriyip gitmiş. Bunlar bizim değil, OECD’nin ve TÜİK’in rakamları. Bunlara bakan yok sadece bu yılın tahminine bakıyorlar.  Böyle üç yıllık bir dönemde bakınca, OECD içinde çok gerilere düşüyoruz.

Zaten o kadar büzülmüşüz ki, krizde sırtımız kapıya dayanmış. Ve tüm bu kuru rakamların ardında, acı çeken insanlarımızın hikâyeleri var. Evine ekmek götüremeyen analar, babalar var. Siftah yapamadan dükkanını kapatan esnaflarımız var. İşsiz gençlerimiz var. Borcunu nasıl ödeyeceğini düşünen çiftçilerimiz, iş insanlarımız var.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en derin buhranlarından birini yaşıyoruz. Saray hükümeti vakit geçirmeden milletin sesini duyduğunu göstermelidir. Milletin derdine derman olacak bir program derhal açıklanmalıdır. Ama ortada yasal olarak açıklanması gereken, Orta Vadeli Program dahi yoktur. Bütçe Kanunu’yla TBMM’den aldıkları borçlanma yetkisi 140 milyar liradır yani limit budur. Ama 8. ayda daha bu iktidar TBMM’nin verdiği yetkiyi hiçe sayarak, 249 milyar lira borçlanmıştır. Ortada ne program vardır ne de yasalara uyan liyakatli bir yönetim anlayışı. 

Devlette liyakat bitmiştir, millet ortada kalmıştır. Bu hallere neden düştük? Adalet dünyanın direğidir. Bu ucube rejimle beraber ülkenin adalet direği tamamen çöktü. Artık sıfatlarında “cumhuriyet” olan savcılar, düğünlerini yaptıktan sonra, soluğu Saray’ın huzurunda alıyorlar. Bunlar Saray’ın savcısı olmayı, Cumhuriyet’in savcısı olmaya tercih ediyorlar. Yargı artık sarayın vesayeti altındadır.

Diğer taraftan, ucube rejimle özgür basın da bitirilmiştir. Gazeteciler baskıyla, tehditle, hapisle yıldırılmıştır. Şeffaflık ve millete hesap verme diye bir şey kalmamıştır. Bakın dün gece dünyada büyük bir skandal patladı. Bazı bağımsız, özgür basın kuruluşları, ABD Hazine Bakanlığı belgelerinden yola çıkarak, dünya üzerinde yasa dışı para hareketlerini ve uluslararası bankaların kara para aklamadaki rolünü ifşa ettiler. Bu belgelerde tanıdık bir isim var. O da Reza Zarrab. Aynı gün Reza Zarrab’ın kuryesinin röportajı da kamuoyuna servis edildi. Bu kuryenin verdiği bilgilere göre Reza Zarrab, İran-Türkiye hattında, 20 milyar dolarlık bir para ticaretine aracılık etmiş. Bu para ticaretinde 800 milyon dolar, Türkiye’de rüşvet olarak dağıtılmış. Bunlar kuryenin iddiaları. Röportajda Yüce Divan’da aklanmayan, aklanması TBMM’de AK Parti çoğunluğu tarafından engellenen bakanların hepsinin ismi geçiyor.  

Böyle bir mülakatı, Türkiye’de kaç basın kuruluşu yapabilir? Bu mülakatı bıraktık, bakalım kaç gazete veya medya kuruluşu yayınlanmış olan bu iddiaları haber yapabilir? Bunu göreceğiz. Sabahtan beri ortada yok. Maalesef bu mesele uluslararası arenada, Türkiye’nin yumuşak karnı olmaya devam edecek ne kadar kaçmaya çalışırsak çalışalım. Anlaşılan ABD başkanlık seçimlerinde de bu mesele kullanılacak. Trump’ın Halkbank meselesi için kişisel nüfuzunu kullanması, yargı süreçlerine müdahalesi, bunu sağlamak için damatlar arasındaki arka kapı diplomasisi iddiaları, ABD seçimlerinde ve Kongre’de sürekli dile gelecek. Türkiye’nin itibarı ABD seçimlerine yine malzeme olacaktır. Bugüne kadar hiçbir yönetim bu ülkeye böyle bir zilleti yaşatmamıştır. Rüşvet iddialarına konu olan bakanlar Yüce Divan’da yargılansaydı, bunları yaşamazdık? Bakanlar suçluysa cezasını çekerdi. Suçsuzsa aklanıp, milletin huzuruna alınlarının akıyla çıkarlardı. Bunlar yapılmadı. Ne yapıldı? Rüşvetten aklanamayan bakanlar, “bakara, makara” diyen kişiler şimdi büyükelçi yapıldı. Yazık değil mi ülkemize? Şehit kanlarıyla kurulmuş cumhuriyetimizin itibarı, bu ülkeyi yönetenler için bu kadar mı ucuz? 

Bu ucube rejimde ülkemiz sürekli patinaj yapıp yerinde sayıyorsa, bunun bir diğer nedeni de; yasama, yargı ve yürütme arasındaki “kuvvetler ayrılığının” ortadan kalkmasıdır. Saray’ın Gazi Meclis üzerindeki vesayetidir. Bunun en son örneği; Milletvekilimiz Enis Berberoğlu’nun durumudur. Anayasa Mahkemesi, oybirliğiyle aldığı kararla, milletvekilliği düşürülen arkadaşımız Enis Berberoğlu’nun “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ihlal edildiğine” hükmetmiştir. Buna ne sebep olmuştur? Milletvekilimizin dokunulmazlığını görmezden gelerek, hukuksuz bir biçimde sürdürülen yargı sürecinin sonunda verilen hukuksuz karar. Ve bu kararın TBMM Genel Kurulu’nda Anayasa Mahkemesine yapılan müracaatın sonucu bekletilmeden okutulmasıdır. Kendisi de bir anayasa hukukçusu olan TBMM Başkanı Mustafa Şentop, uyarılarımızı dinlememiştir. Onun yerine Saray’dan talimat almayı tercih etmiştir. Şimdi Sayın Şentop’a düşen bir görev vardır. Acilen Saray’ın kendisi üzerindeki vesayetini sonlandırmak, milli iradeye sahip çıkmak, Milletvekilimiz Enis Berberoğlu’nun TBMM’ye dönmesini sağlamak. Bunu yapmazsa; TBMM’yi sarayın emrine sokan bir TBMM Başkanı olarak tarihteki yerini alacaktır.  

Yürütmenin, yasama ve yargı üzerinde kurmak istediği vesayete bir başka örnek daha verelim. İçişleri Bakanı’nın akla zarar bir takım ifadeleri oldu. Beyefendi, Anayasa Mahkemesi’nin kararını beğenmedi, Anayasa Mahkemesi Başkanı’na kendince gözdağı verdi. Bu ne cüret? Beyefendi siz kolluk kuvvetlerinden sorumlu bakansınız, atama bir bakansınız haddinizi ve yerinizi bileceksiniz. Sokaklar bisikletle gezilmeyecek kadar güvensizse bu kimin suçu, kimin eksikliği? Başta görevini ihmal eden İçişleri Bakanı olmak üzere, hükümetin suçu… Hem görevinizi yapmayacaksınız hem de Anayasa Mahkemesi Başkanını çıkıp tehdit edeceksiniz… Bu nasıl bir devlet anlayışıdır. Ne zamandan beri atanmış bakanlar, Anayasa Mahkemesi Başkanlarını tehdit etmeye başladılar? Bu ne biçim bir hukuk devletidir?  

 “Şahsım ucube rejiminde” devlet yönetimi tel tel dökülüyor. Bundan da en çok milli olması gereken dış politika nasibini alıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin en haklı davası olan Doğu Akdeniz meselesinde yalnız kaldık. Yunanistan “şahsım rejiminin” kibrini, ülkemizi yalnız bırakan asabiyetini iyi değerlendirdi. Dostlarını çoğalttı. Arkasına AB’yi aldı, ABD’yi aldı. E ne oldu? Sonunda dönmeyecek dedikleri Oruç Reis limana geri döndü. Şahsım rejiminin bakanları bin bir bahane uydurdular. Yok “Bakım yapılıyormuş”, yok “İkmal yapıldıktan sonra geri dönecekmiş” dediler. Ama şahsım rejiminin sahibi çıktı; “Diplomasiye bir şans vermek için Oruç Reis’i geri çektik” deyiverdi. Yunanistan’ın şımarıklığı karşısında geri adım attığını söyledi. Devlet, ülke böyle mi yönetilir? Yönetilemez. Yönetilemiyor da zaten. 

İşte biz, tüm bu çarpıklıkları gidermek için “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diyoruz. Bu hususta yalnız olmamaktan da büyük mutluluk duyuyoruz. Ülkemizin geleceğine dair umutlarımız yalnız olmadığımız için büyüyor. Bu vesileyle dün gerçekleşen İYİ Parti’nin ikinci olağan kurultayında, yeniden Genel Başkan seçilen Sayın Meral Akşener’e ve İYİ Parti’nin yeni yönetim kadrolarına hayırlı olsun dileklerimizi bir defada bugün iletiyoruz.  Saray koalisyonu milletin gönlünde erdikçe, ne yapacağını şaşırmaya başladı. En son partilerine üye yapabilmek için Saray promosyonu dağıtmaya başlamışlar. AK Partiye üye olana, Saray’da bir gün misafir edilmeyi vadediyorlar, yani bir günlüğüne, ejder meyveli smoothilerden, liçi meyvesi eşliğinde efulilierden tatma fırsatı elde edecekler. Ne diyelim? Devlet, parti devletine dönüştürülünce, böyle rezillikler de sıradanlaşıyor. Artık sadece işe girmek değil, Saraya girmek için de partili olmak gerekiyor… Ama ne yaparsanız yapın olmaz, millet yaptığınızı görüyor. Notunuzu veriyor. Gelecek ilk sandıkta da yerinizi gösterecek, sizleri evlerinize gönderecek. Bizim iktidarımızda; kimseye ayrıcalık, imtiyaz tanınmayacak. Liyakat devlet yönetiminde esas olacak, Saray bir adamın, bir partinin değil, 83 milyonun, yani halkın malı olacak. Biz tüm ülkeye özgürlük, tüm yurttaşlarımıza, huzur, iş, aş, refah ve bereket vadediyoruz. Çok çalışacağız, çok üreteceğiz, çok kazanacağız. Hiç kimseyi dışarıda bırakmadan hakça paylaşacağız.”

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

“ARKADAŞLARIMIZA SAHİP ÇIKMAYA DEVAM EDİYORUZ”

TMMOB Tekirdağ İl Koordinasyon Kurulu gezi direnişinin yıldönümünde gezi davasından hükümlü durumunda bulunanlara sahip çıkmak …

Bir yanıt yazın